Yazar Rumuzu: gökyüzü2664
Eser Sıra Numarası: 20022025eser01
GÖLGELERDEN HAKİKATE
Bilim, evrenin veya olayların belirli bir bölümünü konu edinerek deney ve gözleme dayalı yöntemlerle gerçeklikten yararlanıp sonuçlar çıkaran sistematik bilgi bütünüdür. Bu tanım elbette doğrudur, ancak bir kavramın yalnızca mutlak doğruluğu değil, toplumun her kesimi tarafından anlaşılabilir ve aktarılabilir olması da büyük önem taşır. Nitekim bilim mutlak doğrulardan ibaret değildir, aksine akla ve insanın düşünsel yetilerine dayanır. Bilimin doğası gereği; dönemin koşulları, yeni gelişmeler ve teknolojik ilerlemeler doğrultusunda değişime uğraması kaçınılmazdır. Buna örnek olarak futbol sahası büyüklüğündeki bilgisayarlardan yapay zekâlara kadar geçirilen değişim verilebilir. Bu değişim süreci bilimsel kavramların algılanışını ve tanımlanışını da etkilemektedir. Üstelik bireysel farklılıklar da bilimin anlaşılma biçiminde önemli bir rol oynar.
Örneğin, sınav
hazırlığında olan bir 8. Sınıf öğrencisi için bilim, yakın zamanda işlediği
basit makineler konusu ya da ilerleyen yıllarda karşılaşacağı fizik, kimya,
biyoloji dersleriyle sınırlı bir çerçevede algılanabilir. Buna karşın bir
inşaat işçisi açısından bilim; karıştırdığı çimento, kullandığı vinç veya
yüksek noktalarda çalışırken deneyimlediği yer çekimi kuvveti gibi somut
unsurlar üzerinden şekillenir. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere bilim,
doğrudan ya da dolaylı olarak insan yaşamının ayrılmaz bir parçasıdır ve her
insan ilgi, yetenek ve ihtiyaçları doğrultusunda bilimden faydalanır.
Koşullar ne kadar değişirse değişsin bilim, her bireyin hayatında farklı şekillerde kendine yer bulur. Bu bağlamda “Bilim hayattır.” tanımı, farklı perspektiflerden ele alınsa dahi geçerliliğini koruyan evrensel bir gerçektir. Diğer bir yandan gerçeklik arayışı, bireylerin yaşamlarını anlamlandırmalarına yardımcı olan amaçlar bütünü olarak genellenebilir. Ancak bu konunun derinliklerine inildiğinde gerçeklik olarak nitelendirilen olgunun çok daha katmanlı ve dinamik bir yapıya sahip olduğu görülür. Gerçeklik, yalnızca bireysel algılar ve öznel deneyimlerle sınırlı kalmayıp aynı zamanda toplumsal, bilimsel ve felsefi bağlamlarda da farklı perspektifler kazanır.
Bu duruma en güzel örneklerden biri şüphesiz Plato’nun mağara analojisidir. Bu düşünce deneyinde, bir grup insan doğduklarından beri bir mağarada zincirlenmiş halde yaşamaktadır ve yalnızca mağaranın duvarına yansıyan gölgeleri görmektedirler. Onlar için gerçeklik yalnızca bu gölgelerden ibarettir. Tıpkı bilimi yalnızca kendi dar çerçevesinde gören insanlar gibi mahkûmlar da algılarının ötesinde bir gerçekliğin varlığından habersizdirler. Ancak içlerinden biri zincirlerinden kurtulur ve mağaranın dışına çıkar. Burada gölgelerin aslında gerçek nesnelerin yansımaları olduğunu fark eder. İşte bu kişi, bilimi yalnızca ezberlenmesi gereken bir bilgi bütünü olarak değil; sorgulanması, keşfedilmesi gereken bir yol olarak gören bireyleri temsil eder.
Gerçeklik arayışında düşünmek, sorgulamak ve değişimden korkmamak gerekir çünkü
gerçek bilgiye ulaşmanın yolu eleştirel düşünceden geçer. Mağaradan çıkan kişi,
eski arkadaşlarına dönüp gerçekliği anlatmaya çalıştığında onlar bu bilgiyi
reddeder. Çünkü alıştıkları düzeni terk etmek istemezler. Bu durum bilimin de
zaman zaman karşılaştığı bir sorundur. Yeni bilimsel keşifler mevcut
paradigmaları yıktığında bazı insanlar bu değişimi kabullenmekte
zorlanabilirler fakat bilim tam da bu yüzden gerçeğe ulaşmada en güçlü araçtır.
Çünkü gözlem, deney ve akıl yürütmeyle ilerler.
Sonuç olarak gerçeklik yalnızca duygularımızla algıladığımız
şeylerden ibaret değildir. Onu keşfetmek için zihnimizin daima uyanık,
sorgulayıcı ve açık fikirli olması gerekir. Tıpkı mağaradan çıkan birey gibi
bilim de bizi bilginin ötesine, hakikate ulaştıran bir ışık olabilir.