Yazar Rumuzu: ışık1632
Eser Sıra Numarası: 21022025eser01
Bilimin
Ötesine Yolculuk: Gerçeklik
Günümüz dünyasında gerçek diye adlandırdığımız
şey, bazen aynı gün bazen zaman içinde kendini eritebiliyor. Bugün varlığına
inandığımız yarın yok oluyor. Böyle bir dünyada her ne kadar bilimden
yararlansak da gerçeği bulmak için attığımız her adım yetersiz kalıyor. O zaman
bilim gerçeği, gerçek de bilimi mi çürütüyor? Peki, gerçek ne? Gördüğümüz,
dokunduğumuz, duyduğumuz şeyler mi? Yani duyu organlarımızla algıladığımız
somut alanın dışına çıkamadığımız durumlar mı? Yoksa bilimin şekillendirdiği,
sayılar ve formüllerle tanımlanan düzen mi? Ve bilim, evrenin sırlarını çözme
çabasında önemli bir araç olsa da acaba tüm gerçekliği ortaya koymaya yeterli
midir? Temel kabullerimiz olgusal düzlemde ilerlerken gözümüzden kaçan
gerçekler olabilir mi? Belki de gerçek, bunların hiçbiri ya da hepsi birden.
Gerçeklik, sadece toplumsal düşüncelerle
sınırlı kalamaz, aynı zamanda bireyin hissettikleri, deneyimleri ve
korkularıyla da biçimlenir. Fakat bilim, gerçeği mutlak bir olgu olarak görür,
onu tanımlar, ona sınırlar çizer. Bilimin tanımlayamadığı, duyularımızla
algılayamadığımız gerçek dışı mıdır? Ya da sevgi gibi, şiir gibi, içimizde sır
olarak büyüyen duygularımız ve onların yaratıları bilim tarafından açıklanamadı
diye gerçeklikten uzak mı sayılmalıdır? Bu soruyu “Sanat, duygunun bilimidir.”
ve dış dünyada algılananın dışında bireyin iç dünyasının da bir gerçeği vardır
biçiminde yanıtlayabiliriz.
Gerçeğin yalnızca bildiklerimiz değil,
bilmediklerimiz ve hatta bilemeyeceklerimiz tarafından da şekillendiğini
düşünüyorum. Bu çok derin bir düşünce. Gerçek, sadece algılarımızın ve
bilgilerimizin içinde değil, onların ötesinde bir yerde, belki de sürekli bir
potansiyel olarak var olabilir. Bilim, bu bilinmezliğe bir pencere açmaya
çalışır ama bu pencereyi ne kadar aralayabileceğimiz bizim yöntemlerimize ve
bakış açımıza bağlıdır. Belki de bilim, her şeyin cevabını bulmak için değil,
cevapsız kalan soruların izini sürmek için var. Asıl büyü, o bilmediğimiz
sonsuzluğu hissetmekte.
Bilim, bilinmezliğe uzanan bir merdivendir,
ama merdivenin sonu görülmemiştir. İnsan hep daha fazlasını bilmek ister, fakat
bazen, bilinmezlik tek başına daha büyük bir gerçektir. Şu söz geldi aklıma:
"Bazı soruların cevapsız kalması, insanlığın devamı için
gerekebilir." Belki de gerçeğe ulaştığımızı sandığımız an, yanıldığımız
andır.
Tarih boyunca birçok düşünür, baskılara rağmen
kendi doğrularına sadık kalmıştır. Örneğin Sokrates… O, yanlış bir yargıyla
suçlanmasına ve ölüm cezasına çarptırılmasına rağmen inancını kaybetmemiş,
düşüncelerinden taviz vermemiştir. En büyük trajedi, onun sadece bilgiyi
sorguladığı için cezalandırılması değil, aynı zamanda gerçeğin ve sorgulamanın
tehlike olarak görülmesiydi. Sokrates'in ölümü, bağımsız düşüncenin bedeli
olmuştu. Ancak o, bu bedeli öderken bile kendi değerlerini yitirmedi ve
insanlığa düşünce özgürlüğünün sarsılmaz bir örneğini bıraktı.
Günümüzün bilgi kirliliğinde gerçeği
arayışımız da samanlıkta iğne aramaktan farksızdır. Bilim gerçekliğini
yitirirse kendimizi bile kaybettiğimiz bu günlerde doğru olduğunu düşündüğümüz
şeyler, bilgi kirliliği içinde doğruluğunu ve hatta gerçekliğini yitirebilir
mi? Artık yersiz bilgilerin ayırt edilmesi bile zorken yanlış bilgilerin
doğurduğu sözde gerçekler, günbegün ortaya çıkıyor, üstüne üstlük bir çığ gibi
büyüyor. Ne yazık ki artık ne kadar
yararlı bilgi varsa daha da fazla yararsız hatta zarar verici bilgi olduğunu
düşünüyorum. Tabii, bu neye inanmak istediğinize göre de değişir ve bilgi ile
gerçeklik arasında garip bir paradoksa dönüşür.
Bilim ve gerçeklik ilişkisini tarihsel
düzlemde değerlendirirsek insanlık tarihinin, gerçeği özgün aklıyla araştıran
ve sorgulayanlarla gerçeklikten korkanlar arasındaki çatışmanın tarihi olduğunu
söyleyebiliriz.
Bilim bağımsızlığı bağımsızlık da bilimi
destekler aslında.Bağımsız bir ortamda bilim, gerçeği arayışımıza ışık
tutabilirken bilim sayesinde birey ve hatta ülke olarak bağımsız hale
gelebiliriz.Ancak bağımsızlık sadece politik bir terim olmaktan çok daha
fazlasıdır. Düşüncenin, aklın ve bilimin bağımsızlığı, insanlığın gelişimi için
en az fiziksel özgürlük kadar gereklidir. Bilimsel yöntemleri benimsemiş olsak
da kendi değerlerimizden vazgeçmemeliyiz. Çünkü gerçeğin peşine düşerken kim
olduğumuzu unuttuğumuz anda, gerçeği de kaybederiz. Bilim, gerçeği anlamamıza
yardımcı olabilir; ama duyguları, insan ruhunun değişkenliğini, zamanın ruhunu
ölçebilir mi? Bilim bize gökyüzünün formüllerini sunar ama kim Attilâ İlhan
gibi, o gökyüzüne "gözlerin kadar mavi" diyebilir. Bu durumun,
gerçeklik algısının farklı boyuta taşınmasına engel değildir. Kısaca insanlık
olduğu sürece gerçeklik arayışında bilim ve sanat farklı raylar üzerinde giden
iki olgudur. Bu nedenle gerçeklik arayışında birbiriyle çelişme, birbirini
destekler. Her iki olguda da gerçeğin araştırılması, toplumun ve bireyin bu
yönde kendisini geliştirmesi, yaşamsal gereksinimlerinin karşılanması için
zorunlu bir uğraştır. Açıkçası bu, insanın sahip olma duygusunun değil var olma
çabasının bir sonucudur. Uygarlıklar da tam da bu varoluş ürünüdür. İnsan;
duyar, düşünür, eyleme geçer ve uygarlıklar oluşturur, diyebiliriz.
Gerçek…
Bıraktığımız izlerde, sevdiğimiz sözlerde, hissettiğimiz duygularda
yaşayan bir bilmece. Ve belki de en gerçek olana en yakın olduğumuz an, onu
aramak için ilk adımı attığımız andır. İşte ben de bu yüzden bu arayışa
katılıyorum. Kalemimle gerçeği arayanların arasında bir iz bırakmak için… O
hâlde sormaya devam etmeliyim: Gerçek, ulaşılacak bir hedef mi yoksa yolculuğun
kendisi mi?