Konusu:

“Bilim gerçeği arayışımızda yardımcı olabilir mi?”

 

Yazar Rumuzu: tan2007

Eser Sıra Numarası: 24022025eser13


                                                     GERÇEĞİN DOĞASI

 

Gerçek nedir? Bu sorunun cevabı asırlardır felsefe, bilim gibi dallarda tartışılmış ve -şaşırmamamız gerekir ki- halen kesin bir sonuca varılamamıştır. Bu kavramı açıklamanın zorluğu kendisinde yatmaktadır. Çünkü ezeli ve ebedi olanı sadece sözcüklerle betimlemek son derece güçtür. “Gerçek” sözcüğünün kelime anlamı, Orta Türkçe kirtücekte “doğru, inanılır, güvenilir” anlamından evrilmiştir. Günümüzde “gerçek olanı” sorguladığımızda karşımıza cevap olarak genellikle bilimsel yollarla ulaşılmış gerçeklikler çıkmaktadır. Bu deney yoluyla ulaşılan gerçeklik daha ilk çağlarda doğa filozofları tarafından benimsenmiştir. Özellikle Rönesans Döneminde, insanı merkeze alan hümanizm akımıyla birlikte hız kazanan bilim gittikçe nesnelleşmiştir ve Auguste Comte'un önderliğinde sistemli pozitif bilimine dönüşmüştür. Halbuki doğrulama ve gözlemlerle sınırlı olan pozitivizmle gerçeğe tam olarak ulaşmak mümkün değildir. Zira bilimin nesnelliğini soyutlayarak “gerçek”ten uzaklaşmış oluruz. Bunun en güzel kanıtını modern bilim, pozitif bilimin ayrımında bulabiliriz.

 

Gerçeğe ulaşmak amacıyla yola çıkan pozitivizm metafiziksel çalışmalardan uzak, salt nesnel bir tavır sergilemiştir. Sadece gözlemlerle doğrulanan ve test edilebilen bilgilerin geçerli olduğunu savunması insanın etik, değerler, akıl gibi soyut problemleri açıklamada eksik kalmasına yol açmıştır. Bununla birlikte bilim dünyasının doğayla ilgili daha karmaşık sorularına cevap aramaya başlaması pozitif bilimin bilgileri indirgeyerek açıklama yolunun gittikçe yetersiz olması da bir diğer sebebidir. Pozitivizmin bilimde sekteye uğramaya başlaması, yeni bir bilimsel düşüncenin ortaya atılmasına sağladı: paradigma değişimi. Thomas Kuhn’un bu teorisinde bilimin aslında doğrusal değil farklı devrimlerle ilerlediğini ve bu ilerleyişin hem öznel hem de nesnel fikirlerin katkısı olduğunu ileri sürer. 21. yüzyıla kadar dünyamız nice fiziksel, kozmolojik teorilere tanıklık etmiştir. Big Bang Patlaması, genel görelilik kuramı, kuantum mekaniği bu devrin felsefi, soyut varsayımların bilimsel deneylerle harmanlanarak bilim dünyasında çığır açmış teorileridir. Bilimin öznelliğe de ihtiyaç duyması ilk bakışta bize çelişkili bir bakış açısı gibi gelebilir, lakin felsefenin sadece hariçten gazel okumak olmadığını, tam tersine bilginin ve bilimin yapı taşlarını oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir. O, hakikatin arayışına çıkan ilk prensip, bilimin anasıdır.

 

 Felsefenin doğrusu gerçeklerden baz alınarak oluşmuştur. Yani doğru, insanların önermeleriyle (hem doğrulabilen hem de yanlışlanabilen ifadeler) gerçekliğin uyumluluk halidir. Gerçekse varlığımızdan bağımsız “var olan”dır.  Bu açıdan anlıyoruz ki günlük hayatımızda kullandığımız, birbirinin yerine geçen “gerçek ve doğru” bu iki sözcük felsefede kesin bir ayrımla tanımlanmışlardır. Bu farkı Cenap Şahabettin’in “Körler memleketinde görmek bir hastalık sayılır” sözü güzel bir şekilde örneklendirir. Buradaki “görmek” metaforu tıpkı felsefedeki “doğru arayışı” gibidir. Herkes gerçeğe bakabilir ancak bu gerçeği algılamak, sınamak ve bilgilere dönüştürmek özel bir beceri olan görmeyi şart kılar. İşte felsefenin bu temel ayrımı, sonraki devirlerde yeni bilim dallarının oluşumuna zemin hazırlamıştır.

 

Felsefe, oluşmuş sayısız sayısal ve sözel branşın temellerini atmış, bilimin doğuşunda kritik bir rol oynamıştır. Şimdi birbirleriyle karşılaştırdığımızda hiçbir benzerliğin olmadığını inandığımız fizik, hukuk, tarih gibi dalların ortak bir köken olan felsefeye bağlanmaktadır. Antik Yunan Dönemi’nde başlayan doğa olaylarını anlamaya yönelik felsefi çabalar, zamanla belirli alanların bağımsız olmasına yol açmıştır. Bu ayrılışın en güzel iki örneği Galileo Galilei'nin "İki Yeni Bilim" adlı eseri ve Newton'un "Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri" olmuştur. Modern bilimin oluşumuna zemin hazırlayan Galileo, eserinde hareket ve kuvvetler üzerinde yapılan çalışmalarla birlikte bilimsel düşünerek doğru bilgiye ulaşmanın önemini de vurgulamıştır. Newton’un yapıtındaysa bilgiler birleştirilmiş, evrensel gerçekler çekim yasası ve hareket yasalarıyla matematiksel bir çerçevede bilim dünyasına sunmuştur.

 

Birçoğumuz bilimin ön plana çıkmasıyla felsefenin artık doğrunun yolunda yürümede güçsüz hatta gereksiz bir dal olarak görüldüğünü düşünüyoruz. Bu iddiaların en çarpıcısını Stephen Hawking’in söylediği “Felsefe öldü” sözleri olmuştur. Şahsen doğru bilginin arayışında kullandığımız keşif meşalelerinin bilim insanlarının elinde olduğunu yalanlayamam lakin felsefenin artık bilime hiçbir katkı sağlamadığına katiyen inanmıyorum. Evet, bizler bilime güveniriz; çünkü dünyaya dair nesnel olguları bize gözlem ve deneylerle açıklar. Ama bu gözlemlerin de insanların deneyimlerinden, öznel gerçekliklerden kaynaklandığını da bilmemiz gerekir. Bu deneyimler her ne kadar bilimsel açıklamalarla somut bir madde olan beyine dayandığı söylenilse de insanın yaşadığı keder, aşk, acı ve benzeri duyguların sadece beyindeki sinapslarla açıklanabilmesi mümkün değildir.

 

İnsanlardaki doğruyu sorgulamanın ve deneyimlerinin önemini 1999’da beyaz perdede yayınlanan Matrix güzelce vurgulanmıştır. Matrix filmi gerçeklik ve deneyimimizi sorgulayan felsefi bir yapıttır. Filmdeki ana olaylar insanların gerçek diye inandıkları yapay bir hakikatte geçer. Ana karakter Neo, Matrix dünyasının sanal bir alem olduğunu yavaşça sorgulayarak fark eder. Bu farkındalığın oluşmasında bilim ona yardım etmemiştir, çünkü bilimin kendisi de Matrix’teki yanılgının bir parçasıydı. Filmdeki dönüm noktalarından biri, Morpheus'un Neo’ya mavi ve kırmızı hap seçimi sunması olmuştur Kırmızı hap sorgulamayı devam ettirirken, mavi hap kabullenişi temsil etmekteydi. Neo’nun kırmızı hapı yutması felsefedeki “şüphe etme” anlayışını hayata geçirmiştir. Matrix’teki bu felsefi sorgulamanın günümüz bilim topluluğu için de oldukça mühimdir. Nasıl Neo kendi gerçeğiyle baştan sona yüzleşmeye cesaret ettiyse, bilim insanları da bildiklerini sürekli sorgulamalı, yeni gerçeklere açık olması gerekir. Bu da yalnızca felsefeyle mümkün değil midir?

 

Sonuç olarak modern bilimin gerçeği arayışımızda yardımcı olabilecek bir araç olduğuna kesinlikle katılıyorum. Bilim, insanlığın yararı için yakılmış bir kandildir. Çevresini aydınlatır ancak her kandilde olduğu gibi dibini, kendisi aydınlatamaz. Sosyal bilimler de kandilin aydınlatamadığı bölümlerin, gölgesidir. Onu ilelebet takip eder ve tamamlar. Bu iki ayrılmaz bütünü bizler modern bilim olarak tanımlarız. Işığın olmadığı yerde gölge olamayacağı gibi gölgenin olmadığı bir yerde ışık da bulunamaz.  Zira gerçekliğimiz kişisel yargı, toplumsal değer ve bilimsel doğrularla şekillenir. Yazımı Atatürk'ün şu sözüyle bitirmek istiyorum: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir fendir, ilim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir.”


önceki eser / sonraki eser